Merhaba,
Türkiye ne yazık
ki insanın akıl sağlığını kolaylıkla koruyabildiği bir ülke değil. Ülkede
yaşananlara ek olarak bir de herkesin yaşayabileceği kişisel sıkıntılar
eklenince bir bakıyorsunuz hayatla bağınız kopuvermiş. Artık ne kitaplar, ne
filmler, ne seyahatler, ne yediğiniz, ne içtiğiniz hiçbir şey size pek keyif
vermiyor. Tutunabileceğiniz bir dal bulamıyorsunuz. Her sabah aynı
karanlığa uyanıyorsunuz, her günü ancak idare ediyorsunuz. Tek yapmak
istediğiniz bir an önce eve gidip yatağa büzüşüvermek oluyor. Sanırım bütün
bunların en kötüsü de pek kimseye renk vermemeye çalışmak oluyor.
İşte benim için geçen ilkbaharın tamamı ve neredeyse yazın da
tamamı böyle geçti. Ucu ucuna, dayanmaya çalışarak, direnmeye çalışarak. Ne
kitap okudum, ne film izledim, koşmayı bile bıraktım, ancak haftada iki gün
yürüyüşe gidiyordum. Yürüyüşe gitmek bana iki yönden iyi geliyordu. Birincisi
çok sevdiğim bir yürüyüş grubumuz var. Onlarla birlikte olmaktan keyif
alıyordum. İkincisi de tabi ki sporun yadsınamaz endorfin etkisi. Ama
koşamıyordum mesela. İsteğim yoktu.
Neredeyse tek eğlencem televizyonda ardı
ardına izlediğim suç dizileriydi. (FOXCrime sağolsun) Onları da izlerken
beynimin bir kısmını feda ettiğimi düşünüyorum o ayrı mesele. En sonunda
sanırım artık biraz kendimi toparladım. Geri dönüp yarım kalan, devam
edemediğim kitaplarımı tamamladım. Yeni kitaplar okudum ve hatta bunları da
bloga yazmaya karar verdim. Evet sanırım bir miktar daha iyiyim. O zaman
başlayalım mı?
Bridget Jones’un Günlüğü – Deliriyorum Bu
Çocuğa: Basit olmalıydı, kafamı yormamalıydı, tatile gidiyorduk sahilde de
okunmalıydı. Tam da zamanıydı işte. Aldım ben de. Allah’ım neden böyle bir hata
yaptım ki? Güzel olan bir şey güzel olduğu noktada kalmalıdır. Bunu yazmaktan imtina
etmiyorum zaten sanırım kitabın arkasında da yazıyordu: Mark Darcy’nin olmadığı
bir dünyayı reddediyorum. Hatta Mark’ın üstüne güller koklayan Bridget’i de
reddediyorum. Kadının hayatının aşkı ölmüş, kadın nasıl hala genç sevgilisinin
peşinde olabilir? Esasında derdim olması da değil biliyor musunuz? Sadece
yazarın bunu anlatamamasında. Çünkü elbet hayat devam ediyor, elbet Bridget de hala
genç bir kadın, elbet sevgili yapabilir. Ama Mark’ın acısıyla nasıl baş etti,
neler hissetti bize sadece bir kaç sayfa ile nasıl anlatırsanız Ms. Fielding? Yazık
size verdiğimiz paralara. Benim kafamda Bridget ile Mark “happily ever after” yaşıyorlar. Çok ısrar ediyorsanız iki de
çocukları olsun sorun değil.
Bir Kadının Yaşamından 24 Saat – Stefan Zweig: Zweig’in esasında 3
adet “novella”sını peş peşe okudum.
Bir gün Kadıköy’de kırtasiye, kitapçı gezinirken iş Bankası’nın kitap dükkanına
da girdim. Ne olacak canım bir bakar çıkarım, zaten evde çok yarım kitap var
derken 3 kitapla çıkıverdim. Ama almasam ayıpmış, İş Bankası kartı ile ödediğim
için %30 civarında bir indirim aldım, iki kitap parası ödemiş oldum. Şimdi bu
kitapları almak benim suçum mu yani:D Evet kitaba gelelim. Zweig bu uzun
hikayede bir kadının hayata bakışını tamamen değiştiren 24 saatini anlatıyor.
1920lerin sonunda Fransız Riviera’sında geçiyor olaylar. Esasen burjuva
sınıfının “ahlak” tanımını ve ikiyüzlülüğünü masaya yatırıyor ve size de açık
açık diyor ki bu insanlardan bir farkın yok, sen de iki yüzlüsün. Ahlak
ölçüleriniz iki yüzlü çünkü. Kitabın olay kurgusu çok basit, Zweig’in dili ise
inanılmaz. Daha önce Satranç’ı okumuş ve suratıma bir tokat yemiş gibi
hissetmiştim. Şimdi de neredeyse aynısı oldu. Aşağıdaki iki kitabı bundan sonra
okumasaydım bu kitaba da bayılırdım ama diğer ikisi çıtayı o kadar yukarı
çekmiş ki, bu kitap üçlünün en zayıf halkası oldu benim için.
Korku – Stefan Zweig: Bir burjuva kadın
kocasını aldatırsa ve karşısına bir şantajcı çıkarsa neler olur? Bu kadın neler
hisseder? Peki kocası ve çocukları neler hisseder? Kitap boyunca Irene’in,
kocasının, çocuklarının ve hatta hizmetçilerinin bile bu olay karşısında
yaşadıklarına bire bir şahit oluyorsunuz. Hem ahlaki olarak içinize afakanlar
basıyor (ahlak kime göre neye göre diye de düşünebilirsiniz), hem de bir
taraftan bu olay nasıl çözülecek diye düşünmekten bir hal oluyorsunuz. Neyse ki
bu da bir novella. Yaklaşık 1 saatte okunuyor. Sürpriz bir sonla bittiğini
belirtmeden geçemeyeceğim. Bu kadar kısacık bir kitapta bu kadar karmaşık bir
psikolojik çözümleme yapılması tabi ki Zweig’ın ustalığı oluyor başka bir şey
değil.
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu – Stefan Zweig:
Kim olduğunu bilmediğiniz bir kadından hayatınız değiştirecek bir mektup
alsanız? Bu kadın size ömrü boyunca ne kadar aşık olduğunu anlatsa bu satırlar
boyunca? Aşk ne kadar çapraşık bir şey esasında. Kitap boyunca sık sık kadının
yaptıklarını düşündüm. Biz asla gururumuzu ayaklar altına alıp onun yaptıklarının
onda birini bile yapmayız belki ama öte taraftan da gurur dediğin şey nedir ki?
Böyle bir aşk karşısında gözlerim yaşardı. Yine, yeniden ahlak kavramımızı
delik deşik ediyor Zweig. Bence topluma bir ayna tutuyor. Pek çok insanın bunu
kabullenmeyeceğini tahmin ediyorum. Çünkü en çok bizi çırılçıplak
gösterenlerden nefret ediyoruz. Ve Zweig’da bunu çok iyi başarıyor. Bu kadar
çok yükü taşıyıp intihar etmesine şaşmamalı zaten. Bu üç kitap için toplu
olarak konuşuyorum: MUTLAKA OKUMALISINIZ.
Bana Ait Bir Yer – Michael Pollan: Uzun, çok uzun süredir kendime ait bir yer hayali kuruyorum. Enteresandır ama koskoca eve sığamıyorum. Sebebi çok eşyamızın olması değil (o da var tabii, mesela 2 kişi yaşıyoruz ama 8 tane mi ne yastık var evde. Neden? Hiç cevabım yok. İşin komik yanı bir tanesini bile satın almamış olmam, neyse bu başka bir yazının konusu). Benim derdim bana ait bir odamın, bir masamın bile olmaması. Bunun sebepleri de başka bir yazının konusu olsun (Olmasın ya da yazamayacağım bunu sanırım). Bu kitabı sırf bu yüzden aldım. Ve arkasından da Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Odası’nı okumak niyetindeyim. Ama Pollan’ın kitabı bir taraftan hayal kırıklığı yarattı ne yazık ki. Pollan evinin bahçesine kendine ait bir çalışma odası inşa ediyor. Karım doğum yaptıktan sonra ev nedense gittikçe küçülmeye başlamıştı diyor. Ve evinin de mimarı olan Charlie’nin tasarımıyla çalışmaya başlıyor. Yanına da marangoz Joe’yu alıyor, ki kendisi uyuz olmasının yanında çok başarılı bir marangoz. İşler tabiki hiçbir zaman paftadaki gibi ilerlemiyor. İşte Pollan sizi bu yola çıkarıyor. Başına neler geldiğini, kulübenin yerini nasıl belirlediğini, pencere tasarımlarını nasıl yaptıklarını, bina iskeletinin Amerikan mimarisindeki evrimini ve daha pek çok şeyi anlatıyor. Kabul etmem gerekir ki bir yerden sonra bazı mimari detaylardan hem sıkıldım hem de takip edemedim ve kayboldum. Gene de keyifli bir okuma oldu diyebilirim. Özellikle Pollan’ın ahşapla ilişkisini okumak çok keyifliydi. Elinizin altında bulunsun, zaman zaman açıp okuyun diyebilirim. Yalnız bir bölümü okurken uzun aralar vermemenizi tavsiye ederim. Özellikle mimari detayları okurken kolaylıkla unutabiliyor insan (Veya ben unuttum ne bileyim).
Evet şimdilik okuduklarım bu kadar. Size Sait Faik’ten kısacık bir alıntı ile hoşçakalın ve tekrar merhaba demek isterim:
Dünya
değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer
lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak analarımızın
koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz .Bizim için değil ama, çocuklar, sizin
için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü
olacak. Benden hikayesi. (Sait Faik Abasıyanık, Son Kuşlar, İş Bankası
Yayınları sf. 7)
Yorumlar
Yorum Gönder